İsveçli topluluk Hater, Fire Records etiketiyle 2018 yılında yayınladığı “Siesta” ile müzik basınının ilgisini çekmiş ve Britanya sınırlarında verdiği konserlerle adını duyurmuştu. Varlığını, 90’ların kendi halindeki melankolik indie-pop gruplarına borçlu olan albüm, sakin gitar melodileri ve vokalist Caroline Landahl’ın kırılgan vokalleriyle oluşmuş, temiz tınlayan bir sound’a sahipti. Ancak grup, bu türden albümlerde kolay dinlenebilirlik yaratan bu formülün, sıradanlığa temas sayısı arttıkça ortaya çıkardığı tuzaklardan kaçamamıştı. Dört kişilik ekibin yarısının değişmesiyle kaydedilen yeni albüm “Sincere” ise yine aynı dönem Brit müziğinin icrası daha zorlu bir türü içerisinde bir denemeye girişiyor.
Bu yöne yüzünü çevirme fikri, önceki albümdeki eksikliklerle birlikte değerlendirildiğinde, ilk bakışta mantıklı bir tercih gibi. Landahl’ın sesinin gücü, vokalin rolünün diğer unsurlardan daha önde olduğu temiz bir indie-pop kaydında, kendisine bırakılan o geniş alanı doldurabilecek bir seviyede değildi. Shoegaze’in çerçevesini belirleyen albümlerden biri olan The Jesus and Mary Chain’in 1985 tarihli başyapıtı “Psychocandy”, Phil Spector’un alamet-i farikası ses duvarı yaklaşımının en bilinen örneklerinden “Be My Baby”nin davullarıyla açıldığı günden beri, bu prodüksiyon uygulaması türün en önemli yapı taşı haline geldi. Landahl’ın huşuyla tınlayan sesi, ilk şarkı olan “Something”de gitarların yarattığı yoğunluğun içinde salınıp yankılandığında, grubun yeni sound’unda kendi yerini doğal bir şekilde bulduğu hissini yaratmayı başarıyor. Shoegaze’in bir diğer gerekliliği dream pop vokali daha açılışta yerine oturunca, kulaklar diğerlerini aramaya başlıyor. Albüm boyunca, derinlik katmaktan çok katman eklemek için kullanılan bas, “I’m Yours Baby” ve “Bad Luck”da ilan edildiği üzere diğer gitarlarla eşit seviyede rol alıyor. Derinlik için birkaç pedala uğrayıp gelen gitar seslerinin yarattığı genişliğin kullanıldığını da eklersek, aslında albümün basın bülteninde vurgu yapılan shoegaze’in tarifine kağıt üzerinde sadık kalındığını söylemek mümkün.
Ancak albümün genel atmosferinin ortamı kaplayacak bir ses yoğunluğu seviyesini zorladığı anlar “Brave Blood” ve sondaki “Hopes High” ile sınırlı. Plak şirketinin tanıtım için isimlerini andığı Slowdive ve bilhassa My Bloody Valentine’ı tanımlayan en ayırt edici özellik, kulakların dinlemeyi reddedeceği dev bir yoğunluğun içine, insanın iç dünyasındaki her türden karşıtlığı bir arada akıl almaz bir ahenkle gizleme becerisiydi. Hater’ın bu grupların karakterini oluşturan bazı unsurlardan ilham aldığı açık. Bu direkt bir esinlenmeden çok, yine o gruplardan etkilenen 2000’lerde ortaya çıkan gruplar vasıtasıyla bir esinlenme gibi görünüyor. Kendilerinden önce benzer müziği yapan gruplar gibi, yalnızlık, izolasyon, yabancılaşma gibi temaları kendi meşreplerince ifade etmeye çalışıyorlar. “Sincere”, adı gibi yapmacıklıktan uzak, grup personelinin yeteneklerinin daha doğru kullanıldığı ve ekibin yaratmaya çalıştığı melankolik atmosferin daha zengin hale ulaştığı güzel anlarla dolu kaliteli bir kayıt.